25 Mart 2012 Pazar

Ağanın Yeri









BU SAYFADAKİ YAZIMIZ  http://kisssahandan.blogspot.com/2012/03/agann-yeri.html ADRESİNE TAŞINMIŞTIR
HİKAYELERİMİZİ BU YENİ ADRESİMİZDEN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ.

24 Mart 2012 Cumartesi

Anne ve Kızı

Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu. 


Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe telaşım artıyordu. 


Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğimden çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. 'Kızım acaba geri zekalı mı' diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum. 


O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, onun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım' bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu. 


Sessizliği bozan ben oldum. 


"Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?" 


Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, "Çünkü 
ben okumak istemiyorum" diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşlediğim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç'in kızı "Okumak istemiyorum" diye bağırıyordu. 


Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde "Neden?" diye sorabildim. "Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim. Çalışmayacağım. Ben sadece anne olacağım." 


Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım söylüyordu. 


"İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır" diye düşündüm. Sanki birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film oynamaya başladı. Yozgat'ın Nohutlu Tepesi'nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım. 


12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç 
anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine 
götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun'a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp, 


-"Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme" deyişi. 


O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah'a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.


-"Yavrum, iyi misin? Korktun mu?" diye sorunca, 


-"Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım" diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. 


Bir türlü filmin sonu gelmiyordu. Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım. O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı.


Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle "Anne" diyerek ağlıyordu. "Kızım, ben annenim, aç kapıyı" dedikçe o; 


"Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin" diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim. Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi'nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu. 


Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben,153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti. 


Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz yaşlarım onunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece; 


"Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti" diyebiliyordu. 


O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu. 


Evet bu acı film bitecek gibi değil. 


Kızımın sesiyle irkildim. "Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. Ona iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı. 


Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran 
yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. Onun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl? Bu allak bullak beyinle nasıl? 


Öylece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü 
bulabildim. 


"Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan,bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, onlara okuma yazma öğretirsin" diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu. 


Ertesi gün okuldan geldiğinde onu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı. 


Öğretmeni şaşkındı. "Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar ilerleme kaydedebilir?" diye soruyordu. 


Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik . . . 

21 Mart 2012 Çarşamba

FATİH SULTAN MEHMED ve İKİ PAPAZ


İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han bütün mahkumları serbest bıraktırmıştı. fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerinisöyleyerek dışarı çıkmadılar. papazlar Bizans İmparatorunun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. durum Fatih’e bildirildi. asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’ede anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

“Sizlere şöyle bir teklifim var: sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hala küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz.”

Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. hemen padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. ilk vardıkları yerlerden biri Bursa idi. Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a vermiş.

Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. karasabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister:
“Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. al şu altınlarını.”
tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. o'da şöyle söyler:
“Kardeşim yanlış düşünüyorsun. ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. içini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. bu altınlar senindir dilediğini yap.”
Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak verir.

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

“Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz.”


20 Mart 2012 Salı

Yavuz Sultan Selim'in Şah İsmail’e Hediyesi

Yavuz Sultan Selim han zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor.
Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas,kadife kumaşlar çıkıyor. 
Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyooooor..
Yani Osmanlıya acayip bir hakaret!
Cihan padişahı emir veriyor, herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir.
Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor.
İçine o zamanın Osmanlı İstanbul’unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı gönderiyor.
Şah sandığı açıyor.
Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum.
Anlam veremiyorlar tabii.
Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor.
Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:
“Herkes yediğinden ikram eder…!!!!” 




18 Mart 2012 Pazar

18 Mart Çanakkale Zaferi

Bugün 20. yy.ın en büyük savaşlarından biri olan Çanakkale Savaşı'nın yıl dönümü.
Bu savaş Türk tarihindeki en önemli savaşlardan biridir. l. Dünya Savaşı’nı galip bitirmek isteyen
İtilaf Devletleri gemileriyle Çanakkale Boğazı'nı geçip İstanbul’u almak niyetindeydiler. Bu amaçla
İngiltere ve Fransa kendi aralarında anlaşarak 3 Kasım 1914 günü Bozcaada’dan boğaza doğru yaklaştılar. İlk saldırı buradan başladı. Denizde aylar süren bu kanlı savaş 18 Mart 1915’de düşman gemilerinin geri çekilmesiyle sonuçlanmıştır. 9 Ocak 1916 tarihine kadar şiddetli kara savaşları olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin artık son günlerinde yapılan bu savaşta Mustafa Kemal’in kazandığı zaferler Kurtuluş Şavaşı’na temel teşkil etmiştir.
3 Kasım 1914 ve 9 Ocak 1916 tarihleri arasında süren bu savaş Türk Tarihi’nin en şerefli sayfalarını dolduran birer zafer destanıdır. Türk bağımsızlık savaşının temelleri Çanakkale’nin sularında, Conkbayırı’nda, Kocaçimen’de, Anafartalar'da atılmıştır.
Mustafa Kemal bu çetin savaşta Türk askerinin kahramanlıklarına tanık olmuş ve hayran kalmıştır.
Bağımsızlık Savaşı’nı zaferle sonuçlandırabileceği kanaatini daha o zaman edinmiştir.
Tarihin görmüş olduğu bu amansız savaşta 253.000 insanımızı şehit verdik.Bağımsızlık, özgürlük ve vatanı için ölenlere minnet borçlu olduğumuzu hatırlatır, şehitlerimizi rahmetle anıyor ve ruhları şad olsun diyoruz.



Çanakkale Şehitlerine
Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rukü olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab…
Seni ancak ebediyetler eder istiab.
“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, qece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini
Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran…
Sen ki, İslam’1 kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın… Heyhat,
Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif ERSOY